avrupa yakasından karadeniz, iğneada

Cumartesi günü, her zaman olduğu gibi avrupa yakasında kaybola kaybola Esenyurt'a ulaştım ve tabii ki sercan'ı arayarak ''yine kayboldum gel beni bul'' stresi yaşadım. Güzel bir kahvaltının ardından (eline sağlık gülşah) google mapten geçeceğimiz köylerin isimlerini not alarak fazla vakit kaybetmeden yola çıktık. İlk hedef Büyükçekmece'den hemen sonra Çatalca sapağından girmek ve Gökçeali, Subaşı, akalan, Çiftlikköy, karacaköyü geride bırakarak Yalıköy. yeterli geldiğini düşünürsek bir yemek yer döneriz dedik ve ybr'lerimize atladık...


önce d.100 karayolunun çirkin yüzüyle karşılaşıyoruz, sürekli emniyet şeridine iteliyorlar bizi ama olsun sonuçta bacak, kol, omuz bunları çıkma olarak alabiliyoruz sanayiye gidip...
Sonunda kurtuluyoruz saçma sapan trafikten, köy yollarına ulaşıyoruz. 125cc gücü buralarda çok rahat idare ediyor... Ağaçların arasından, tarlalardan kuşlarla yarışa yarışa gidiyoruz. El sallayan çocuklar ve kahvede çayını yudumlayan amcaların bakışları arasında ha şurada duralım, ha burada duralım derken geçip geride bırakıyoruz köyleri...

ilk molayı yaklaşık 2 saat aralıksız sürdükten sonra vermemiz ne kadar keyif aldığımızı gösteriyor

sanki sonsuza kadar sürecek gibi gidiyoruz, belli bir güzergah bile yok, o anda durup sorsam ''arkadaşlar bence basalım gidelim çanakkale'ye yok yok izmir'e ya da kaş'a ne dersiniz'' gelecek olan cevap ''fark etmez, hadi sürelim'' biliyorum ama yine de soruyorum ''sağdan mı, soldan mı?'' 





ve bundan sonra 17km boyunca asfalt göremeyecektik, tabii biz bunu henüz bilmiyorduk. sonuç olarak aman tanrım sonunda bir sahil diye bağırdık, çevre ve orman bakanlığına bağlı çilingöz mesire yeriymiş burası ve motosiklet başına 5.85 lira gibi garip bir rakam ödeyerek biraz yürüdük, ayakkabılarımızın içine kumların dolmasına izin verdik, çayımızı içtik ve bizi sapa bir yola soktuktan sonra öldürmek için peşimize düşmeyecek birinden yol tarifi aldık, sanırım almasak iyiydi.. Gülşah, ''umarım bir yere varırız'' derken gerçekten tedirgindi...





hayır bu motorlarla girilir mi buralara, neyin peşindesiniz diye söylenmeye başlıyor küçük kaya parçaları, tedirgin tedirgin gidiyoruz ama bir o kadar da eğleniyoruz. Telefon çekmiyor, ve sadece kuş sesleri ile bizim kahkahalarımız yankılanıyor...


derken karşıdan 3 motosikletli gelir, bize şaşkın şaşkın bakarlar, selamlaşıp yola devam ederiz. kroslarıyla rahat rahat gidiyorlar sonuçta, hayır yol lastiği ile ne diye giriyorsun ki böyle yola, çamur, taş, sıcak...


 ve sonunda asfalta çıkıyorduk biraz yanlış yolda gittikten sonra tekrar geri döndük, ee asfalta alışmakta zaman aldı haliyle... Kıyıköy'e vardık sonunda acıkmıştık ve denize girmek istiyorduk ama sürekli ertelemiştik  denize girme işini, yine erteledik ve balıklarımızı yedikten sonra iğneada'ya sürerek geceyi orada geçirmeye karar verdik...





Balıkçı Çakal Mehmet ile olan diyalog;
-bu ne? bunlarla mı geldiniz, -evet abi, -insanlar koca koca motorlarla gelir siz bunlarla mı geldiniz, -imkanlar abicim, böylede keyifli sonuçta, -bir daha bunlarla gelmeyin!,- peki abi, kısmet, -ver bakeyim bi cigara... pakete uzanır ve bir dal sigarayı kulak arkası yapmak sureti ile bir dalıda oracıkta yakar...
Balıklar tazeydi taze olmasına ama pişirdiği yağ sanırım bir haftalık falandı (o bizim ybrlerimize laf ederde biz ses çıkartmaz mıyız)


sonunda fotoğraf makinesinin şarjı bitmişti, artık can çekişen şarjlarıyla telefonlara kalmıştık...






iğneada'ya vardığımızda saat akşam 8 civarıydı, biraz sahilde cebimize kum doldurduktan sonra konaklamak için yer araştırmasına girdik. Gülşah' sahilde oturmuş teyzelerin yanına giderek bir kaç tavsiye almaya çalıştı, evini kiralayan biri varmış, kendisi üst katta oturan hasta bir teyzeymiş neyse daha sonra hemen çarşının göbeğinde bir otelle sıkı pazarlık sonucu geceliği 60liraya anlaştık. 100liradan 60liraya inerken adamın suratı bilmediğim bir renge büründü.








ve tabii ki bu kadar yorgunluk, mutluluk ve üç biranın üstüne güzel bir uykuyu hak etmiştik...
sabah uyandığımızda hava biraz bulutluydu, hava durumu yağmur diyordu, biz yine de umutluyduk denize girme konusunda.. Kahvaltımızı yaptıktan sonra sahilin yolunu tuttuk...


ve denize girip, miskin miskin şezlonglarda yattıktan sonra artık yola çıkma vakti gelmişti dönüşü farklı bir yoldan yapalım dedik...







dönüşte Demirköy, Yenice, Vize, Saray, Çerkezköy, Silivri üzerinden tekrar d100 bizi karşıladı, klasik istanbul yüzü yani. Vize dolaylarında çiselemeye başlayan yağmur şiddetini arttırınca biraz üşümek zorunda kaldık ama istanbul'a yaklaştıkça kuruduk ve üstümüz başımız çamur olmuş vaziyette evimize vardık. Tabii ki beni 80 km daha bekliyordu Esenyurt-Kartal arası...

Not; fotoğraflar için Gülşah'a teşekkürler





anadolu yakasın'da kıyı, köşe...


    Sabah erkenden uyanıp çayımı yudumlarken havanın kapalı olması canımı hiç sıkmadı, yağmurda olsa çamurda olsa gidilecek bir yol vardır nasıl olsa. Sokakta ki kazılar nedeniyle toz içinde kalan motosikletimi temizledikten sonra Maltepe sahilde Doğukan'la buluştuk...
    Gayet sakin bir şekilde Bağdat Caddesini geçerek Kadıköy ve oradan Üsküdar'a vardık. Sahilden aheste aheste devam ettik hatta öyle keyifliydik ki sıkışan trafikte aralara bile girmeye gerek duymadan sakin sakin gidiyorduk...





Birkaç fotoğraftan sonra yolumuza devam ettik, tatlı tatlı şehir içi trafiğinde deniz kokusu eşliğinde suratımızda ki koca gülümsemeyle...
Anadolukavağı'nda bir çay molası verdik, bu esnada hava biraz serinlemişti ve sıcak bir çay iyi gelirdi... 



o sırada doğukan çok güzel bir kare görür ve pası bana atar bana sadece boş kaleye gol atmak kalır tabii stil önemlidir :)

Yola devam etmek gerekiyor, onca balıkçının arasından sıyrılarak Anadolu Feneri'ne doğru devam ediyoruz, tatlı tatlı kıvrılıyoruz virajlardan, yaşamak gibi sürmek, tüm zorluklar geliyor üzerine üzerine ve sen sıyrılıyorsun hepsinden, bazen büyükçe bir çukura girip sarsılıyorsun ya da hiç beklemediğin kadar büyük bir viraja girip savruluyorsun ama devam ediyorsun...






her düzlüğün sonunda zor bir viraj vardır nasıl olsa...
sonunda vardık Anadolu Feneri'ne hedef değildi orası ama insan seviniyor yine de... Elimle gösteriyorum Doğukan'a ''bak işte Rumeli Feneri, geçen günde oradaydım''





Riva'ya doğru hafiften sola yatmaya karar veriyoruz...

Riva'ya varınca biraz buruluyor içimiz, ee ne oldu buraya geldik, bari balık yiyelim hesapta sağlam gelsin ki iyice canımız sıkılsın diyoruz, üstelik bırak ''ayran''ı bira bile içemiyoruz. Neyse acıkmıştık, balıkları yerken fotoğraf çekmek aklımıza dahi gelmedi :)

Hemen yola dönüyoruz tekrar, yollar çok güzel trafik yok, uyuyan köpekler, koşuşturan tavuklar ve tuhaf tuhaf bakan ineklerin arasından geçiyoruz, ara sıra tepeye çıkan taş, toprak yollarla kesişiyorum ama Doğukan'nın tvs'si henüz rodaj döneminde, göz kırpıyorum ve devam ediyorum. Yol boyunca Şile, şile diye söylendim durdum ama ilk bakımı için sabırsızlandı ben de çok yormamak gerektiğini düşündüm bünyeyi daha sonrasında...


Atalar, Maltepe, Kadıköy; Üsküdar, Beylerbeyi, Kanlıca, Anadolukavağı, Anadolufeneri, Riva... 2-3 günlük stresi kaldıracak kadar enerji yüklendik, cumartesi günü bir aksilik olmazsa buluşmak üzere vedalaştık...