ağırlıktan kurtulmak...

 
 


2000-2003
    O zamanlar bisiklete binmeyi çok seviyorum, en büyük isteğim bir gün bisikletle İstanbul'dan çıkıp Ege, Akdeniz turu yapmak. İşe her gün bisikletle gidiyorum. İstanbul'un karmaşasında Suadiye'den Kozyatağı'na, Kozyatağı'ndan Kadıköy'e. Derken bir gün çalınıyor emektar bisikletim. Antalya'da sefil öğrencilik yaşamım içinde kıt kanaat geçinirken bir gün vitrinde görerek severek aldığım Bisan marka bisikletim. Antalya' da girilmedik sokak, gidilmedik yeşillik bırakmayana kadar gezdiğim. Yağmur, çamur demeden yorulmadan, yaz kış bindiğim emektar bisikletim çalındı. Her gün 14 km yolu bisikletle giderek okula vardığımda yüzümün aldığı o tebessüm, dönüşte o kadar yorgun olmama rağmen ve havanın karanlık, köpeklerin mahallerini koruma iç güdülerine başlama saatleri olmasına rağmen, kah rüzgarı önüme alarak, kah arkama, kullandığım bisiklet. Sonra istanbul'a taşındığımda benimle beraber geldi ve kendine yeni bir hayat kurmaya karar verdi.

2007-20011
      Tam da o sıralar patronum (Serdar Abi) piyasaya giren ucuz motorsikletlerden almaya karar verir, Kanuni, o kadar kötü o kadar hassastır ki düz yolda giderken eksoz bir anda düşer, sola bakarsın sağa döner enteresan bir alet. Apar topar bir sürücü kursu ayarlanır o güne kadar hiç motosiklet kullanmayan ben direksiyon sınavı öncesinde ki gece kebapçının scooterıyla ara sokakta bir ileri, bir geri giderek ilk motosiklet deneyimimi yaşarım. Sonuç güzel, tek seferde ehliyet elimde. Kanuni marka scooter elimizde paralanana kadar kullandıktan sonra uzun süre motosiklete hasret kalırım.(2001-2003)

      Bir gün sevgili Enis'in Antalya'da ki okulu bitirip istanbul'a dönmeye karar vermesi ve scooterını İzmir'de yaşayan bana göndermesi ile hasret sona erer. Motorsiklet bana geldiğinde ne freni tutar, ne lastikleri yolda durur, ne devir ayarı düzgündür. Ben anlamam bu işlerden tabii hemen Mondial servisi bulunarak tüm bakımları yapıldıktan sonra artık izmir içinde gezilmedik yer bırakmamaya ant içilerek kullanmaya başlarım mondialimi. Mordoğan, Karaburun, Çeşme gibi çevre ilçelere rahat ve ucuz bir seyahat aracıdır kendisi ancak neredeyse düzenli olarak 2 ayda bir beni yolda bırakması ve servise bayıldığım 50 liralar dışında. Derken ben yavaş yavaş çözerim bu uslu durmaz scooterı, canının ne istediğini anlamaya başladığım anda öğrencilik bitmek üzeredir ve artık ayrılık vakti gelmiştir, bir türlü satılamaz. 500, 400, 300 derken saçma sapan bilezik takasları, kamera takasları önerilir ve ben Marmaris'e Serca'a götürmeye karar veririm motoru. sonuç olarak İzmir- Marmaris arası ilk uzun gezimi gerçekleştiririm kendisiyle. Dönüş otobüsle olur tabii...

      İzmir'de ki üniversite hayatımın son 3 ayı bir gazetenin dağıtımına yardımcı olmak için aynı markanın vitesli bir modeli olan MH 125i kullanırım, kendisi hoş duruğu kadar sağlam değil tabii. Vidaları yerinden teker teker çıkarken serviste pek bir pahalıdır. İlk vitesli motosiklet kullanma deneyimim. Sonra okul biter, bana askerlik yolları gözükür. Dönmeme az bir süre kala babam kendine mondial marka bir scooter alarak kendini bu aleme atmış bulunmuş, Mert'de yine mondial royal 100cc ile bu tutkuya girmiş. Sercan'la uzun yıllar ne alınır, nasıl alınır, ybr, cbf, apache tartışmaları sürerken askerliğin bitmesi ve iş bulmamın ertesi gününde kendimi Geçit Motor'da ybr alırken bulurum, en iyi hareket en güzel hareket bu olmuştur...


     Sonunda kendime ait bir motosikletim olmuştu, bu kadar geç ulaşmamın nedeni düzensiz ve disiplinsiz hayatım oldu. Tabii sürekli motorunu değiştirmeye başlayan Mert'e inat ben YBRmi bir buçuk senedir kullanıyorum. Küçükken üç tekerlekli, dolma lastikli bisikletim daha sonrasında, hep bmx istememe rağmen alınan Pinokyo ve en sonuna üniversite yıllarında yemek paralarımdan kısarak aldığım Bisan, patronun Kanunisi, Enis'in mondial'i, gazete dağıtımında ki ilk vitesli tecrübemden, öğrencilik süresinde yaptığım enteresan işlerden biri olan paket servis, sadece iki ay, esnasında kullandığım honda activa ve sonra YBR. Mert sağolsun onun sayesinde Tvs Apache, Sym Wolf ve Crf  250L kullanma fırsatımız da oldu.. Daha sonrasında ne olur bilmem ama sürmeye devam...

   Senelik iznimde Bursa, İzmir, Fethiye, Kaş, Antalya ve Denizli'yi gezdiğim büyük turda ''yol'' metaforuna ulaşarak doyumsuzlaştım. Hep daha fazla, hep daha çok yer dedim durdum kendime. Şimdilik 125cc gücünün ötesinde bir güce sahip benim motorum ama yine de biraz yorucu olabiliyor. Aralıksız en fazla 2 saat sürebildim o da tamamen zevk aldığımdan ne kadar yorulduğumu anlayamadığımdan yoksa bol bol mola vererek fotoğraf çekmeyi ve sigara keyfi yapmaya bayılıyorum.

    Her zaman dediğim gibi kaybolmaktan daha güzel sürmek, tamamen bir meditasyon. Şehir içinde kullanmayı bir türlü sevemedim. Ama ne zaman köprüden geçsem yavaşlayıp manzarayı kaçırmamak için, yıllardır görmeme rağmen, her şeyi riske edebiliyorum. Ne yapayım başka türlü zevki çıkmıyor İstanbul trafiğinin... Motordan toplamda altı kere düştüm, son ikisi bilinçli olarak, motorun tepkisini test etme amaçlı trafiğe kapalı alanda. ilk iki düşüşüm çok tehlikelilerdi daha sonra düşmeyi bile öğrendim.
Bihter'den...


bu köfteler bir harika dostum...

   Biliyorum çokta mühim değil benim gezi yapmış olmam hele ki klasik yerlere giderek farklı bir yol bulmaya çalışmadan ama aylardır ev-iş arası ya da ev-kadıköy arası sürmekten başka bir şekilde kullanmadım motosikletimi. Canım o kadar çok istiyor ki sağa sola gidip, çadırı bir ormanın içine kurup geceleri korkunç kuş sesleri, nereden geldiği belli olmayan dom dom sesleri... Bayram tatilini evde yatarak geçiren ve bir yılda mondial royel 100cc'den, tvs apache'ye daha sonra sym wolf ve en sonunda honda crf 250L'ye geçen mert'i bir türlü yollara düşürememenin verdiği yenilmişlik duygusu...
   Sercan YBR'yi sattıktan sonra Mert'in Sym Wolf'üne geçiş yaptı, şehir içinde yılan gibi, o yüzden Esenyurt'tan buralara gelebiliyor Şile yollarına düşmek için. Ben Durugöl mü yapsak diyene kadar Atalar'a geldi bile. Hemen ayak üstü sırt çantama plastik buz kalıplarını ve 1 adet lastik tamir kitini attıktan sonra yanlarına iniyorum...


   Değişik bir üçlü... Yıllardır hayalini kurup motosikletimiz olduğunda bir türlü zaman ayıramadığımız gezimize ne yazık ki Onur katılamıyor, Barselona gezisi yormuş bizim çocukları :)
  Kısa bir bilgilendirmeden sonra gezimize devam edelim..

  Her zaman gittiğimiz köy yollarından gidiyoruz tabii ki, Kurtköy'e Aydos dağ yolundan giriyoruz, oradan Formula pistini geçerek Göçbeyli'den köfte ve içeceklerimizi alıyoruz...
Mert, - abi mangal yapacaksak ızgara falan alalım
Ben, - aa doğru bak aklıma gelmedi, domates, biber alalım bir de
Sercan, -Şu sucukları da aldım...

  Kısa bir alışverişten sonra, çünkü bol bol eksiğimiz var -ıslak mendil, peçete..-, aklımda bir kaç yer var oralara bakıyoruz Oruçoğlu, Ulupelit civarlarında... İnsanlar azda olsa, aileleri kalabalık olduğu için baya kalabalık olmuş tabii, en güzel yerlere oturmuşlar bile... Eee Mert hünerlerini konuştur gir şu aralara bak bakalım sym'nin geçeceği yerler var mı? Mert yeni gıcır gıcır kros motoruna kıyamıyor ben YBR'yi bırakıyorum araziye, alışık ne de olsa taşa, toprağa...





Bir ara izinsiz girilmez tabelası görüp heyecanlandım, maden arama arazisi diyordu neyse ki Mert yetişti ''yol kötü, Sercan giremiyor bu yola'' diye uyardı geri döndük meğer sercan bizim nereye girdiğimizi görmemiş yoksa acımazdı motora böyle bir yol görünce...

  Ve sonunda uygun bir yer buluyoruz ve hemen işleme başlıyoruz, acıktık tabii...




   Daha önce ateş yakılmış bir yer bulduk ve taşları bir araya getirip kuru dalları 5 dakikada yaktıktan sonra 5 dakikada köfteleri pişirip, 3 dakikada mideye indirdik. bakmadan alınan sucukların üzerinde kanatlı hayvan eti ve dana yağı yazdığını ilk ısırıktan sonra ''bu ne yaa'' diyerek ben bakıyorum ve yiyemeden bırakıyoruz... sucuk diye satılan saçma sapan kırmızı bir şey...
   Biraz uzanıp dinleniyoruz, o sırada telefonun çekmediği bir yer bulamadığım için kendime kızıyorum çünkü mert yine telefona odaklanıyor neyse bir kaç motosiklet vidyosu izliyoruz kurtuluyoruz telefondan...



    Artık dönüş yoluna geçelim, Onur'a uğrayıp kanını kaynatıp, canını çektireceğiz daha... Hava kararmadan çıkalım yoksa yolda ki çukurlar bizim haşatımızı çıkartır diyoruz.








     Çay, kahve derken bir anda hadi giyinin Caddebostan'a diyoruz ve saate bile bakmadan çıkıyoruz. Güle oynaya gidiyoruz. Ne zamandır bu kadar uzun süre sürmediğim için yorgunluk belirtileri çıkıyor yavaş yavaş.


Eve anca gece 2 de varıyorum ve nereye yattığımı bilmeden uyuyorum... Biz eve varana kadar Sercan'nın evine gitmiş olması biraz kafa karıştırıcı tabii...